EY OĞUL! DÜNYA SENİN GÖZLERİNİN GÖRDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR.

 

Yüzlerce yılın gerisinden, erdemli ruhun bilinciyle günümüze ışık olan nice değerlerimiz vardır. Kimi zaman büyüklükleri karşısında çağımızın bile çok küçük kaldığını gördüğümüz o değerler.

            Şeyh Edebali, damadı olan Osman Bey’e yüzlerce yılı ışığıyla aşıp gelen altın öğütler vermiş: Ey oğul, artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Haksızlık bize, bağışlamak sana...

            Bir, din adamı düşünün ki, insan denilen varlığın bütün zaaflarını bilerek, yine o insanları yönetecek bir insana böylesine bir derinlikte seslenecek…

            Devlet olmanın bütün zorluğunu, bir cümlede özetleyecek: Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.

İnsan olmadan “Halk”, halk olmadan “Taht” olmaz. Bu gerçeği dile getiren çok güzel bir öğütle karşı karşıyayız. Yazıya devam etmek için öğütleri bitirelim: Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı. Allah yardımcın olsun... Güçlüsün, kuvvetlisin,akıllısın, kelamlısın! Ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın!Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler,görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır. Ey oğul!Ananı, atanısay! Bereket büyüklerle beraberdir. İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü görme! Bildiğini bilme! Sevildiğin yere sık gidip gelme! Ey oğul! Üç kişiye acı: Cahil arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene. Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma !...

Son öğüt bir türküyü çağrıştırdı:  Dünya malına güvenme/ Engin ol gönül engin ol. Sivas- Şarkışla yöresinden derlenen bu türkü ile Şeyh Edebali’yi bir noktada birleştiren ne idi? Elbette ki yönetim ve adalet anlayışı. Elbette ki, insanın zaafları ve bu zaaflarla birleşen güç ile o gücü kullanma becerisidir.

Günümüz insanı, "Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kıldık" diyecek noktaya gelmiştir. Yukarıdaki alıntı cümlenin benzeri bir özdeyiş geldi aklıma:Gücü olmayan adalet acizdir, adaleti olmayan güç ise zalim.

Şeyh Edebali, zaten öğütlerinde demiyor mu: …ama bunları nerde nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin.

Düz mantıkla yaşantısını yönlendirenler, felsefi derinliği olan düşüncelerin anlamına inmek bir yana, çarpıtmaya kalktığında yaptığı hatayı fark edemeyecek kadar ukaladır.

Çağdaşlık, insana verilen değerle doğru orantılıysa, Şeyh Edebali, çağdaşlığını hiç kaybetmemiştir. Bugün kendini Osmanlının torunu olarak nitelendirenlerin büyük bir kısmı “Osmanlının kurucusuna verilen öğütleri yaşatmak bir yana anlamaktan” uzakta olduğu görülmektedir.

Her dönem, yönetenler, yeniden iktidar olabilmek adına seçmenlerine yönelik bazı tavizler verip, bazı kayırmalar yapmıştır. Bu yönetenlerin dürüstlüğü ile doğru orantılı olarak azdan çoğa doğru kendini göstermiştir. Bu durum devlet kurumlarının saygınlığı ile de doğru orantılı olarak karşımıza çıkar.

Şair Nabi;( 1641- 1712)  “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz”  “Görmüşüz” redifli gazelinde, okuduğunuz dizelerde, Osmanlının duraklama döneminin gerçeklerini dile getirmektedir.

Askerliğini yapanlar, ya da ateşli silahlara ilgi duyanlar bilir. Bir havan mermisi atım gücü kadar yükselir, sonra yere yönelmeye başlar. Osman Gazinin kurucusu olduğu Osmanlı, demek ki, böyle bir güçle 1600’lü yıllara kadar yükselmiş, sonra duraklama ve gerileme dönemleri halinde düşüşe geçmiş havan mermisi halinde tarihteki yerini tamamlamıştır.

Kurulan devlet aynı, yürüyen sistem aynı, yönetimdeki egemen din aynı; ne idi Osmanlıyı bir dönemin görkemli imparatorluğu yapan, ne idi çöküntüyü hazırlayan? İnsanlar, “Bu kadar uzun ömürlü devlet kurduk, artık tarihteki rolümüz tamamlandı, biz de yıkılması için çalışalım mı dedi?”

Değişen insandı; yozlaşan kurumlardı; uygulanmayan kanunlardı. Alt yapıdan, üst yapıdan; içeriden, dışarıdan başka etkenler ne ise bir kenara, Osmanlı’da Şeyh Edebali öğütlerinde yürüyen yönetici kalmamıştı.

Osmanlı kurulurken, engelleyici dış güçler yok muydu? Osmanlı kurulurken, ayak oyunlarıyla birliği bozmak isteyenler yok muydu? Unutmayalım ki, her meyve kendi çekirdeği ile varlığını sürdürür. Bunun için de meyvenin özündedir çekirdek. Kısacası, tarihçi edasıyla, sayısız sorunlar sıralayacak, tarihi akış içerisinde olayları yeniden yazacak değilim. Bozulan insan olunca bu her şeye yansımıştır. Yani, meyveden önce çekirdeği bozulmuştur.

Bu bozulma adalet anlayışına yansıyınca, yukarıda alıntı olduğunu söylediğim ve beğendiğim sözü yeniden yazmam gerekiyor:"Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kıldık"Böyle olunca da bir bir yıkılan insan onuru, önce yakın çevresindeki kurumları yozlaştırmaya başlıyor. Ardından domino taşı örneğinde olduğu gibi bütün kurumları devirmeye başlıyor.

Cumhuriyetimizi kuranlar kendi canlarını, bu uğurda ortaya koydukları içindir ki, adalet, eğitim gibi asıl gereksinimleri öne çıkarmışlardır. Mustafa Kemal asıl savaşın cehaletle yapılması gerektiğini vurgularken, insanı yaşatmanın bir yolunun da akıl gözüyle görmesinin sağlanması olduğunu vurgulamak istemiştir.

Bunu bir eğitimci olarak şöyle açıklamaya çalışayım: Okulda öğrenciler için planlanan dersleri iki grupta toplayalım. Bilime yatırım yapan dersler(Fen bilgisi, coğrafya, fizik, kimya, matematik… gibi) ve insana yatırım yapan dersler ( Dil bilgisi, edebiyat, resim, müzik, beden eğitimi, din kültürü ve ahlak bilgisi… gibi) olsun. Benim için en önemli dersler ikinci grupta yer alır. Çünkü insanı yetiştiremezseniz, çok iyi bir matematikçi, fizikçi, biyolog yetiştirseniz ne olur? Hani meşhur öykü var ya, “Oğlum Vali olmuşsun ama adam olamamışsın.”  işte öyle bir tabloyu, ülkenin her köşesinde defalarca yaşayan insanlar yarattınız demektir.

Resim; koskoca, harika bir tabloyu, bir fırça darbesiyle sevimsizleştiren kişi, renk disiplininden yoksun demektir. Bu kişi, çevresindeki renklerin uyumunu, nasıl bir güzellik oluşturduğunu göremeyecek kadar kirli bir bakışa sahiptir.

Müzik; çeyrek vuruşluk bir notanın zamanını uzatan bir kişi, zaman disiplininden uzakta, kendi bildiğini okuyan demektir. Bu kişi zaman çarkının ahenkli uyumundan uzakta, seslerin uyumundan doğan melodiden zevk alamayacak kadar duyarsız biri demektir.

Dil ve edebiyat; okuduğunu anlamayan, ne demek istediğini de doğru dürüst anlatamaz. Edebi dilin zevkini tatmayan, toplumsal saygınlığın, güzel bir konuşmayla da sağlanacağını göremez.

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi; adından da anlaşılacağı gibi kültür zenginliğini sağlamlaştıracak bir derstir. Kendi inancı dışında inançların da olduğunu bilmesi, saygı duyan bir insan kimliğiyle yetişmesi demektir. Ulusaldan evrensele giden yolda bir enginlik yakalamış demektir.

Felsefe; düşünmeyi insana veren Yüce Yaratıcımıza, düşünce derinliğimiz geliştirerek, yaratılmışlığımıza akıl yoluyla teşekkür demektir.

Sözü her derse tek tek değindirmek yerine, derslere bakış açımın neden böyle geliştiğini göstermek istedim. Siz, iyi adam yetiştirseniz, o kendi gereksinimleri doğrultusunda, fiziği de, kimyayı da, matematiği de en iyisiyle öğrenme yoluna gider.

Böyle bir insan tipi yetiştirdiğinizde, Leyla ile Mecnun’u da bilirPol ve Virjini’ i de. Böylece kafasını kuma sokmadan, kendi dışında gelişen olayları da izleme yorumlama şansı yakalar. Ulusal ve evrenseli harmanlayarak kendini geliştiren kişi, Şeyh Edebali’nin, “insanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözüyle ne demek istediğini anlasın, anlatsın.

Atalarımız, ne güzel söylemişler; bin dost az, bir düşman çoktur. Yetiştiremediğimiz her insan, topluma; geleceğe yönelik bir düşman olacaktır. “Sen kim oluyorsun, sen kimsin ki, sana mı hesap vereceğim… gibi cümlelerle ötekileştirdiğimiz insan da bu toplumda yaşadığına göre, onu “ Gün olur devran döner. Keser döner sap döner; bir gün gelir hesap döner.”  cümleleri içerisinde, pek de olumlu olmayacak adımlar atmaya kendi elimizle yönlendirmiş oluruz.

Söz uzadıkça, meramı anlatmak zorlaşıyor demektir. Sözü, büyük ustanın cümlesiyle tamamlayarak bitireyim:

Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.