Elimizdeki Akçaabat

Geçenlerde bir haber sitesinde okudum: “Sera Gölü cazibe merkezi oluyor.” Olsun tabii. Zira bu göl hepimizin. Orası cazibe merkezi olurken, bize de gurur duymak düşer hem. Bilindiği üzre, bu değerli tabiat alanı, Sera Gölü ve Sera Vadisi yani, 1950 yılında, bir doğal afet sonrası oluştu. Ancak ne yazık ki cazibe merkezi olması için 67 yıl beklemesi gerekti. Belki de bunda en büyük etken, Araplar’ın Karadeniz Bölgesi’ni 4-5 yıldır keşfetmeleri olabillir. Hali hazırda, her yıl binlerce Arap kentimize turistik geziye geliyor. Gelen Turistlerin %99’u Uzungöl’ü görmeden ülkesine dönmüyor. Çaykaralı kazanıyor, Çaykara kazanıyor. Gözü olanın gözü çıksın. Hatta, helal-i hoş olsun. Her ne kadar Sümela Manastırı iki yıldır kapalı olsa da(!), Sümela Manastırı’na bile gidiyorlar. Maçkalı kazanıyor. Maçka kazanıyor. Gözümüz yok. Helal-i hoş olsun. Turistlerin %30’u Trabzon’un şehir merkezinde konaklıyor. Kent merkezi esnafı kazanıyor. Kent kazanıyor. Tekrara gerek var mı bilmiyorum ama, gözümüz yok. Hatta, bir kez daha helal-i hoş olsun. %40’lık kısmı Yomra’da konaklıyor. Evet, en dişe dokunur soruyu burada sormamız gerekiyor? Sahi, Yomra’da Arap turizmini cezbeden ne var? Benim bildiğim kadarıyla hiçbir şey…. Ancak, yerel yönetim bölgeyi o kadar güzel işlemiş ve cazibe merkezi haline gelmesi için o denli çaba harcamış ki, gelen yabancı turistler konaklamak maksadıyla Yomra’yı seçiyorlar. Yomralı kazanıyor. Yomra kazanıyor. Bu nedenledir ki, en büyük helal olsun da bu nedenle benden Yomra’nın yöneticilerine gidiyor!

Şimdi gelelim lahana turşusuna kaç damla sirke katılması gerektiğine! Trabzon’un en büyük ilçesi Akçaabat’ta durum ne? Matematik, istatistik, iktisadi grafikler ne diyor bu soruya: “404 not found!?%!”

Gazete kupürleri var elimde sadece. Kimse kusura bakmasın lakin, eğer sivri dilli biri olsaydım “minik edebi lakırdılar” derdim buna da sözüm kastı aşsın istemiyorum. Sonuç? Beş kelime bir işlem: “Sera gölü cazibe merkezi oluyor.”

Oysa, teleferik projemiz onaylandı. Sivri Tepe’de tesisimiz var ya hazır, teleferiği buraya konduracağız. Oradan da ver elini Hıdırnebi Yaylası’na... Ortamahalle’de yer alan tarihi kilise restorasyon ihalesi 2018 yılı sonunda ihale edilecek. Kilise derken, Hristiyan bir vatandaş gelip bu viranenin halini görse, iki gözü iki çeşme oturur ağlar. Hazine avcısından otçusuna binanın altından girip üstünden çıktık ne de olsa. Şimdi Allah bilir harcanacak milyon liralar ile, bundan yirmi yıl önceki haline dahi getiremeyeceğiz bu yüzyıllarca geçmişi olan tarihi eserimizi. Kağıt üzerinde, tarihi evlere de el atılmış hem. Üç tanesi kamulaştırılıp kamu hizmetine açıldı bile. Birini de belediyemiz işletiyor. Ya diğer ikisi? Boş verin gitsin. O konuda yaram çok derin. O bahsettiğim Hristiyan turistin yanına oturup, ben de kendi derdime ağlarım yoksa. Ama bakın efendiler, şunu söylemek zorundayım. Trabzon nüfusunun %70’inden fazlası Ortamahalle’nin, Seragölü’nün varlığından bihaber! Onu geçtim, şu Akçaabat’ımızın sahilinin güzelliğini dahi hiç görmemiş. Göremez de. Neden? Basit efendim, hadi Akçaabat sahilinde bir tur atmak için arabanıza atlayıp Akçaabat’a gelin. Ancak, bu tüyoyu da herkes vermez, köfte paranız da cebinizde olsun. Çünkü burası Akçaabat sahil… Burada her şey gerçek… Yegane kural ise şu: Ne kadar köfte, o kadar park! Kış aylarından dem vurmak bile istemiyorum. Milyarlarca liralar harcanıp Karadeniz’in en güzel sahilini inşa ediyorsun ancak, kışın köfte yemeye paran yoksa, bu sahilde oturacak bir mekan dahi bulamıyorsun. Meşhur Devrim Arabaları filminde ne diyordu Cemal Aga (Gürsel): “Batılı aklıyla araba yaptık amma, Doğulu aklıyla benzin koymasını unuttuk.” Cemal Aga’nın lafının üstüne laf söylemek düşmez bize. Hem sözün tamamı da, aptala söylenir derdi büyüklerim.

Matematik dokuz köyden kovuladursun, birilerine yazdırılan gazete haberlerini okuyunca bir iki seneye kalmaz, öyle bir inanıyorsun ki Akçaabat’a akın akın turist geleceğine. Gazeteler elimizde bekliyoruz yoncalar ne gün yeşerir diye. Yani demem o ki, atı alan Üsküdar’ı geçti güzel kardeşim. Adamlar memleketlerine döndüklerinde, Uzungöl’ü, Sümela Manastırı’nı, Yomra’da konakladığı günü-birlik apartları, satın aldığı recidance’ları anlatıyor birbirine. Demem o ki, gazete manşetleri pek para etmiyor Arap coğrafyasında!

Uzun lafın kısası, cazibe merkezi olmak için, öyle trilyonluk yatırımlara ihtiyaç yok. Pratik-kreatif zekanın yanında samimi bir gönül de oldu mu, gerisi geliyor efendiler. Oy zamanı ayağa fırlayıp da ben bu dağı delerim azizim diyen Ferhatlara, artık prim vermeyi bırakmamız lazım, o da ayrı bir konu. Sonuç olarak, bir hayli geç kaldığımız aşikâr. Tur bindirilmesin bari diye elimizi taşın altına koysak,bu da bir şey diyeceğim ancak; siz elinizi taşın altına koyduğunuzda, o taşın üzerine çıkıp elinizi ezmek için tepinenleri de gördük, elhamdülillah!

Sonuç olarak, 1950 yılında makus bir doğa olayının bu ilçeye oluşan Sera Gölü ve çevresi daha 2 yıl öncesine kadar akşamcıların arabalarını çekip manzara eşliğinde demlendiği, belli saatlerden sonra ailelerin geçmeye korktuğu bir mekandı hatırlatırım. Dünya, elinde sihirli değneklerle dolaşan o şirin büyücülerin masal sahnesi değildir. Çubuğu değdirince, pat diye gül bahçesine dönmez dikenlikler. Emek ister. Sebat ister. En önemlisi de gönül ister, gönül… Gazete kupürü değil…

Ama lafa sıra geldi mi de mikrofonu kimsenin elinden alamıyorsun. Öyle ki, “hizmet” kelimesini istatistiğe vursanız, toplam kullanımının %90’ının seçim zamanlarına denk düştüğünü görürsünüz. Zira dilin kemiği yok bu bir yana, Emmanuel Kant’ın da müthiş bir sözü vardır konu hakkında. Der ki: Bir köpeğin kuyruğuna ayak diyerek, onu beş ayaklı yapamazsınız. Yani Kant abimiz diyor ki, “hizmet hizmet” diye ortada dolaşmakla, hakka karşı o en büyük ibadet yerine getirilmez. Bu sizi sadece papağan taklidi yapan vizyonsuz adamlar yapar, o kadar.

Klişe bir tabirdir amma, hakikaten de acıdır gerçekler efendiler. Biz köftenin arkasında kortej yapıp, bilinmez bir meçhule doğru yola çıkmış bir ilçeden öteye gidemedik yıllardır. Köftemizle gurur duymasına duyuyoruz da, artık onu spesifik bir lezzet olmaktan çıkarmaya yüz tutturan da yine bizler olduk. Zira artık denklem tersine dönmeye başladı. Eskiden köfte Akçaabat özelinde Trabzon için bir araçtı. Artık, Akçaabat özelinde Trabzon köftenin aracı oldu. Eskiden köfte, lezzetinin yanında, Akçaabat için bir istihdam unsuru iken, artık gençlerimizin, ustalarımızın, girişimcilerimizin göç etme nedenleri arasına girdi. Giresun, Ordu, Ankara, İstanbul, İzmir… Değerli ustalarımız vasıtası ile bu lezzetin durakları haline geldi. Geldi gelmesine ancak, bu otobüs, artık asıl durağında durmaz oldu efendiler. Bu otobüs yolcu getirmek için değil, bu şehirden insanları başka şehirleri taşımak için bu durağı terk eder oldu. Akçaabat ne kazandı ne kaybetti, işte birileri bunun grafiklerini koymalı önümüze. Yoksa adamın biri demiş ki ben üç yüz arşın atlayabiliyorum. Demişler, hadi atla! Demiş ki, ama ben bir tek Erzurum’da atlıyorum.

Kim nerede kaç arşın atlar bilemem. Ancak bu güzelim Akçaabat’ın yıllardır ancak bir arpa boyu atlayabildiği ortada. Pek çok şey değişti, değişmedi diyen yok, ancak geçen yılki boyunu geçen çocuk gibi geçmiş yılları baz alıp kendimizle yarışmanın bir mantığı da yok. Mesele, kafayı kaldırıp diğer ilçeler ile tatlı bir yarış halinde olmakta. Mesele, oransal olarak ne kadar büyüyüp geliştiğimizi tespit edip boy aynasına bakmakta. Yoksa ağacın boyu su vermesen de, gübre koymasan da uzar. Peki su versek, gübresini koysak ne kadar uzardı acaba diye sorduk mu hiç? Sormadık…

Efendiler! Elimizde bir tane Akçaabat var! Ya şapkamızı çıkartıp önümüze koyalım, yahut da yalnızca Erzurum’da üçyüz arşın atlayanların peşine takılıp çürük ipliklere hülya dizmek için yarışalım.

Seçim, HEPİMİZİN!

Faruk Onur SOLAK / İnşaat Mühendisi 

123456---kopya-20180104190412.png

Editör: TE Bilisim