Çocukluğumun Cenneti Akçaabat’ı Hatırlıyorum!

Sıcak ve boğucu bir Trabzon ikindi vakti arabama atlıyorum, yolum doğru Taşlıoba'ya... Haçka yaylasında yağmur ve sis yalayıp geçiyor üzerimden, Beypınarı sapağında sis açılıyor, yayla çiçekleri kucaklıyor beni ve buz gibi hava. Duruyorum, motoru kapatıyorum. Yolun yanından akan küçük pınarın sesini dinliyorum. Uçan kuşların kanat sesi, kuş cıvıltıları sessizlikle birleşiyor, muhteşem bir tabiat senfonisine dalıyorum. Zaman zaman uzaklardan konser sırasında mızıkçı bir dinleyici öksürüğü gibi motor sesleri, neyse ki çabuk uzaklaşıyor. Tam bir huşu içinde tabiatla birleşiyorum. Hallacı Mansur'un sesi geliyor derinden "Ene'l Hak". Ürperiyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Güneş ufuktan el sallayalı neredeyse bir saat olmuş. Gökyüzü suni ışıklardan etkilenmeden bütün güzelliği ile arzı endam ediyor. Yıldızları toplamak istiyorum, Samanyolu karşı çıkıyor; "Hep böyle yapıyorsun, gördüğün güzellikleri sahipleniyorsun, bütün insanoğulları gibi. Bırak onlar senin değil, toplayamazsın". Utanıyorum.

Çocukluğumun cennet Akçaabat'ını hatırlıyorum, çiçekleri, ağaçları, tarlaları, sahilleri birbir çalınan, yolunan öksüz çocuğu. Zeytin ağaçlarının dökülen yeşil tanelerinden yaptığımız "zaguda"yı, olgunlaştığında dalları okşarcasına silkenerek toplanan ve küfelenen zeytinlerini, serpme ağla simsiyah kumsalı döven dalgaların arasından denizin ikramı balıkları, kayalardan toplanarak teneke üzerinde pişirdiğimiz midyeleri, komşunun bahçesinden alınan "bostan" ların katıklığı ve tanıklığını. Gelecek nesillerden, tabiattan çaldıklarımız onlar.

Utanıyorum…

Sanki son nesil bizmişiz gibi vahşice talan ettiğimiz güzellikler yok artık. Şimdi talan sırası yaylalarda. Eline iki kuruş geçiren bir baraka yapmış "Haçka düzüne". O düzde sisler arasında kaybolduğumu, Sarıkız'ın çıngıraklarını izleyerek yolumu aradığımı, sis açıldığında yeşil bir deniz içinde olduğumu ve yolumu bulduğumu hatırlıyorum. Çayırlarda ne kadar kömre vardı Tanrım! Kupkuru görünenler üzerine bastığınızda nasıl cıvıklaşırdı. O cıvıklık bile güzeldi şimdinin beton yığınlarından. Gözlerim sulanıyor, burnumun kemiği sızlıyor. Bir gezi için götürüldüğümüz İsviçre yaylalarına poşet ve deterjanın sokulmasının yasak, bina yapılmasınınsa mümkün olmadığını anımsıyorum. Üzülüyorum.

Utanıyorum…

Hemen arabama atlayıp Taşlıoba'ya doğru kaçarcasına uzaklaşıyorum, anılardan ve doğanın siteminden. Ayşe Abla ve Mustafa Abiyi, yemeklerini yemiş, çaylarını demlemiş, guzina sobanın başında muhabbet ederken buluyorum. Nerde kaldın diye sitem ediyorlar. 50 yıllık yoldan geldim, üzgünüm diyemiyorum, gülümsüyorum ve ancak bitti işlerim diyorum. Yoğurttan, yayıkta çalkanarak yapılmış tereyağına ekmeğimi bandırıp pazı yemeğine dalıyorum. Gözyaşlarım, kaybettiğim memleketim için hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinin çağlattığı gözyaşlarım içimi dolduruyor yediğim her lokmada. Muhabbetten sonra gecenin sessiz soğuğunda yün yorganın altına sığınıyorum.

Utanıyorum

Gecenin bir yarısında sala sesi ile irkiliyorum, memleketim ölmüş gerçekten, bak sala veriyorlar diye düşünüyorum. Gerçeklere uyanıyorum. Memleketim gerçekten ölmüş, anlıyorum. Ve ağlıyorum.

Utanıyorum.

(Dr. Mahmut Haydar Ustaoğlu)

ayder-turizm-logo-koksal-071-277.png

 

Editör: TE Bilisim