BİR ŞEHİRLİ HAREKETİ

Kırmızı beyaz minibüs Harmandan geri geri, evin sokağına dikkatlice girdi. Erzaklar dünden hazırlanmıştı.  Semaverin tozu alındı. Sarı sepet ağzına kadar doldu. Annemin keyfi yerindeydi; zeytinyağlı dolmalar börekler iki gün öncesinden pişmiş, bakır “gıylı” ya istiflendi. Küçük tüp yok daha icat edilmedi. Bir kibrit yeter yaylada odun mu yok ateş yakmaya.

Dolduk hamsi istifi gibi, tanıdıklarda gelsin araba boş mu gidecek onca yola.

Kasapta kuzu akşamdan hazırlandı. Bakkal Kandaz dan meyveler içecekler tamamlandı.  Galanima deresini geçince artık yola girilir. Dere yukarı bakkal market yok. Zaten market diye birşey de yok. 

Çamlar başladı yavaş yavaş; yeşil delicesine zengin. Kırmızı sarı çeşit çeşit renkli yapraklar.  Yol boyunca kıvrılarak akan dere coşkuyla türküler söylüyordu.

“Yağmur yağdı toprak kaydıysa vay halimize” demeye kalmadan önden bir ses geldi; “ hoooop ağır ol!” Yavaşladık sakince durduk. Münübüsten indik. Bağımızı kopartmışçasına yayıldık sağa sola. Çiseyi yemiş amoftalar pırıl pırıl kan damlası gibi. İri ağaç yapraklarını çalı parçasıyla dikiş dikercesine minik çanta yapmayı anneannemden öğrenmiştim. Minik dağ çileği iki ağıza bir çantaya derken toplandı. Reçeli de mis kokar hani.

Tahtalarla desteklenen oyuğu kolayca geçtik. Yayla yoluna girdik. Sallan silken “midesi bulandı çocukların, dur!, çişi geldi bekle” derken Hıdırnebi ye dikilen sırık şeklinde tv vericisine vardık. Şehir sıcaktı. Yayla ise tam tersi serin. Duman basmış koca düzlüğe. Önden birisi yolu kontrol ediyor, adım adım ilerliyor şoför Medet. Sonunda vardık, çektik arabayı suyun yanına. Su buz. Meyveler suya atıldı.

Sis yavaş yavaş aşağı indi vadiye doğru. Bulutlar ayağımızın altında dünya tersine dönmüş gibi. Üç beş ev var sobalar tütüyor. Kapı çalmak telefonla haber vermek yok. İttir kapıyı ver selamını işte o kadar. Kilit yok garak var.

Cıngıl cıngıl seslerle koyun sürüsü önünde bir Zaar. Zaar çoban köpeği. Çoban yok başlarında yolu bilip yürüyorlar sanki. Kuzuları kucaklayıp sevdik. Arkadan bir ıslık geldi. Şişek boyunda var yok on yaşlarında bir çocuk. Bu arada Şişek; koyunun en irileri, önden gideni. Okulda olması gerekenbir yaşta. İki yüz koyun irili ufaklı. Bir ıslıkla yönlerini değiştirdi. O bize “şehirli misiniz?” diye sordu. “Evet” dedik. Gururla. O başını öne eğdi. Yola devam etti. Yaşlı iki büklüm nine sırtında odun yükü siyah beyaz resmini çektik. Biz onu severken o şaşkınlıkla “ yemeğinizi yapıp da evinizde niye yemezsiniz de onca yola gelirsiniz, ah bu şehirliler” dedi. Gülüştük.

Kuzu ateşte dönerken yemekler örtülerin üzerine dizildi. Çay kaynıyor, sis etrafı terketti. Ateşin etrafında şakalar yapıldı hikayeler anlatıldı.

Ağaçların içinde çiçekler göz kırpıyordu. Çağırdı bizi. Güle oynaya dolaştık etraflarında, kelebek gibi. Kucaklaştık da. Kıydık bir çoğuna koparttık! Utanmadan. Köküyle aldık hem de. Evimize götürüp dikecektik. Solacağını bile bile gurbet yolculuğuna zorladık.

Güneş hafif yüzünü çevirmeye başladı. Toparlanma vaktiydi. Şehir beklerdi.

 Şehirliler sarı siyah damalı münübüse bindik. Yorgun argın is kokulu tiksinç yağlı ellerimizi yıkamaya. Kurnalı hamama doğru yol aldık. Artan onca yiyeceği insanlara bıraktık. Karnımız ve egomuz doydu keyifle. Çöpümüzü yanımızda götürdük. Duyarlıydık.

Çoban çocuk geri dönüyordu. O bizi biz onu acıyarak izledik.

Yıllar geçti o şehre indi biz ise onun yerine. Biz onun evini bozduk o bizim şehrimizi.

Gitmeli miydik o yaylaya, o güzelliği bozmaya. Yaşlı nine haklıydı galiba!

 

Berrin Ustaoğlu Akyüz

123456---kopya-20171117214323.png

Editör: TE Bilisim